[]
yeni turkiye sinemasında muhalif populizm
selamlar, aslında istemeden de olsa yeterince acıklayıcı bi baslık attım gibi. malum son yıllarda cok güzel işler yapılıyor sinemada. en son ruzgarın hatıralarına gittim, sanatsal olarak cok basarılı. ancak altta yatan fikirler bana muhalif populizm gibi geliyor. daha dogrusu tek tek degerlendirirsem bu yanlıs olur ama totalde sanatsal degeri olan işlerin konuları hep biyerlerde sıkısmıs gibi. beyaz turklere giydirme, tece'ye giydirme, azınlık hakları vs. bunlarda yanlıs hiçbişey gormuyorum, hepsi tarihimizde derin yaralar acmıs olgular ama bu yaklasım fazlasıyla lokalleştirme gibi geliyor bana. yani aslında bu sorunlar, iktidar mucadelesi, zalimin zulmu cok daha evrensel. tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde, gücü eline alan ezmiş de ezmiş.
ama bakıyorum son dönem filmlerine, cok da begendigim cogunluk, sonbahar, tepenin ardı ve daha pek cogu. ama alttan alta olayların diyalektik gelişimden cok, acıyı sömürme goruyorum. siz ne dusunuyorsunuz?
ayrıca bi sorum daha var, alevi meselesi nedense bu muhalif populizm içinde kendine yer bulamadı. son donemde bu meseleye dokunan film hatırlıyor musunuz?
ama bakıyorum son dönem filmlerine, cok da begendigim cogunluk, sonbahar, tepenin ardı ve daha pek cogu. ama alttan alta olayların diyalektik gelişimden cok, acıyı sömürme goruyorum. siz ne dusunuyorsunuz?
ayrıca bi sorum daha var, alevi meselesi nedense bu muhalif populizm içinde kendine yer bulamadı. son donemde bu meseleye dokunan film hatırlıyor musunuz?
Populizm olduğundan ve Aleviler de Batı tarafından destek görmeyen azınlık olduğundan henüz dikkat çekmedi diye düşünüyorum. Ermeniler ve Kürtler elbette kendi çabaları sayesinde de kendilerini tanıtacak filmler yapıyorlar. Bir de duyduğum kadarıyla birçok Alevi HDP yerine CHP'yi destekledikleri için sanatçı kesim tarafından eleştiriliyor.
- Traveller (21.12.15 18:50:50)
Epey kafa yorduğum bir meselede böyle bir duyuruyla karşılaşınca hem şaşırdım hem de bir şeyler karalayayım dedim.
Öncelikle Özcan Alper, diyaklektik gelişim-acıyı sömürme ikiliğiyle izah ettiğin bağlamda filmleri hakkında epey fikir biriktirdiğim biri. Üstelik bahsettiğin tarzın bana göre en rafine örneğini de o teşkil ediyor. O yüzden iyi bir seçim böylesi bir tartışma için. İkinci örnek olarak Emin Alper'in de özellikle son filmi Abluka ile aynı başlık altında değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Hakim Muhalif Türkiye Sineması’nda, ki kendileri muhalif sinemanın iktidarıdır bir bakıma, tarihsel meselelerin yeri büyük. Herkes büyük sözler söylemenin, izleyicinin suratına bir şeyleri vurmanın peşinde. Üstelik ilginçtir, toplumsal gerçekçiliğe ‘didaktizm’ korkusuyla veba muamelesi yapanlar da, başöğretmen gibi yüzümüze bir şeyler vuranlar da aynı kişiler. Neyse, bu yönetmenler, bir sanatçıdan çok sosyolog/tarihçi bakışıyla yaklaşıyorlar meselelere. Çok özendikleri, üzerinden epey mastürbasyon yaptıkları 19. Yy, 20. Yy romanları ya da filmlerindeki derin karakterlerin zerresi yok filmlerinde. Karakterler, onların kafalarında oluşturdukları şablona oturan basit birer tip gibi. Ben karakter meselesinin işin turnusol kağıdı olduğunu düşünüyorum, çünkü en çok çuvalladıkları yer, filmi son derece subjektif bir sosyolojik/tarihsel şablon, senin bahsettiğin diyalektik gelişimden fersah fersah uzak bir ezbere dayalı olarak oluşturduklarını en net filmlerindeki tipi aşamayan yüzeysel karakterlerden anlayabiliyoruz.
Çok güzel bir söz vardı iyi romanla kötü roman arasına harikulade bir çizgi çeken: ‘İyi romanlar karakterleri hakkındadır, kötü romanlar ise yazarları hakkında.’
İşte bu Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer, Tepenin Ardı, Abluka tarzı filmlerde karakter yok, zira onlar yönetmenleri hakkında.
Sonbahar’da Yusuf yönetmenin vicdan gıdıklama aparatından başka bir şey değil. O kuşaktan çok adam tanıdım, hiç biri Yusuf kadar sessiz, ne dediği, ne istediği belli olmayan, son demlerini bir fahişenin peşinden koşarak harcayacak, silik tipler değildi. En yılmışı, yenilmişi bile olumlu ya da olumsuz yaşadıklarından bir şeyler çıkarmış ve bunu insanlara aktarma derdinde olan dışa dönük insanlardı. Ama yönetmenimizin niyeti daha baştan kaçak güreşmek olunca yarattığı yapay Yusuf tipine de köyüne sığınıp izole olmak ve İnnaritu’dan beri moda olan, eleştirmenlerin, festivallerin ödül kriterlerinde başa oynayan marjinal birinin hayatına değmek, iki alakasız hayatın keşismesine malzeme olmaktan başka bir şans kalmıyor. Bu noktada Fatih Özgüven’in o muazzam, cesur ve maalesef benzerine bir daha rastlanılmamış eleştirisine link vermeden edemeyeceğim:
www.radikal.com.tr
Gelecek Uzun Sürer bence senin ‘acıyı sömürme’ olarak tariflediğin türün en rafine örneği. Mevzu kayıplar/Kürt Meselesi. Ama ne yönetmen ne de karakterleri mevzuyu zerre kadar anlamamış. Eleman Amerikan filmlerinden çıkmış aykırı, hınzır bir tip sanki. Diyarbakır’da 1 hafta kaldım, ona en ufak benzeyen bir Kürt genciyle karşılaşmadım. Kız zaten uzaydan gelmiş. Taksiciye şehre geliş sebebini upuzun ve tertemiz cümlelerle, kağıttan okur gibi söylediği sahne yapaylıkta zirve, bak hala aklımdan çıkmamış. Yönetmen de bazı sahnelerde duvarlarda beliren ‘Yeryüzünün Lanetlileri’, ya da elemana izlettiği Angelopoulos filmleriyle ne kadar entel olduğunun mastürbasyonunda.
Son olarak Abluka’ya değinicem, daha geçen ay izledim, tazeyken ve senin eksikliğinden sözettiğin Alevi meselesiyle de ilintili olduğundan yazayım onu da. Gazi, 1 Mayıs, Gülsuyu türü bir kurtarılmış bölgede geçen bir distopya bu. Tam bir osur osur ipe diz filmi. Amcam hapisten atık toplama işçisi kılığında MİT’e çalışma karşılığında salıverilir. Kardeşinin yaşadığı bu kurtarılmış, sürekli polis operasyonu yiyen mahalleye taşınır. Kardeşi ona bir ev ayarlar. Bariz değildir ama alt katta oturan ev sahibi çift belli ki alevidir. Nasıl oluyorsa bu amca alevilerde ya da yoksul-emekçi kesimde görülen ortalama misafirperverliğin (ki üstdüzeydir) bi 5 katına falan mazhar oluverir. Ev sahibi abla oturup ilk günden gündüz gözüyle adamın karşısında göğsü açık bluzuyla rakı içer. Bana burası inanılmaz geldi. Yani Alevileri bu yönetmen nasıl tanımış anlamak mümkün değil. Ortalama bir alevi kadınıyla yönetmenin kafasındaki alevi imgesi arasında ışık yılları var. Filmin geri kalanı tamamiyle Türkiye’nin batısındaki toplumsal muhalefetin geleceğini 70’lerde ya da 90’larda alevi yoğun kurtarılmış bölge vs. faşist TC ikilemine hapseden bir öngörüsüzlükle malul. Alevi mahallelerinde şu son 35 yılda yaşanan ‘diyalektik gelişim’den tamamiyle bihaber bir yönetmen var karşımızda. Belli ki 1960-80 arası Sol Kemalist+Alevi sosyolojinin sosyalist muhalefetteki özgül ağırlığının özgün şartlarını kavrayamamış. Artan otoriteryenizm, epeyce muhtemel faşizm, karşısında eskinin bir tekrarını bulacak diye düşünüyor. Geçen sene Mayıs’ta Bursa’dan gelişip 15 tane sanayi kentine yayılan metal direnişinden haberi yok. Bu direnişle, geleceğin toplumsal muhalefetinin taşıyıcısı olarak kurguladığı mahalleler arasındaki kopukluktan bi haber çünkü kendisi de kopuk zaten hem alttan alta kaynayan, şartları oluşan emek mücadelesinden ve hem de dönüşen, gecekonduların yerini apartmanlara bıraktığı, devrimci gençlerin yerini küçük burjuvalara ya da soluğu Avrupa’da alan mültecilere bıraktığı o eskinin ‘kurtarılmış mahalleleri’nden.
Gelelim asıl meseleye: bakış açısı, söylem, hedef kitle, izleyici sayısı skalası vs bakımından birbirinin aynı bu filmler neden/nasıl çekilir, ve neden bu kadar hakimdir muhalif sinemaya? Burada iki temel mekanizma var bu işleyişi mümkün kılan. Birincisi ve bence belirleyici olan daha ziyade Avrupa kaynaklı sinema fonları/festivaller. Onlar olmadan bu filmleri yapmak zaten pek mümkün değil. Filmlerin birincil hedef kitlesi de biz değiliz, onlar zaten. Parayı daha senaryo geliştirme aşamasında basmaya başlıyorlar ve bu post-prodüksiyona kadar devam ediyor. Hatta gösterimler, galalar, festivaller, ödüller derken yönetmenlerin, filmlerinin ve gelecekteki filmlerinin selameti için en çok önem verdikleri ortamlar bunlar. Özcan Alper’in Gelecek Uzun Sürer’i kurgularken ‘bu müzik Avrupalılar’ın hoşuna gider mi’ sorusunun peşinde klasik batı müziğinden parçaları deneyip durduğunu duymuştum olaya şahit olan birinden. Filmin Althusser’e gönderme yapan adı, Yeryüzünün Lanetliler’i, Kürt Meselesi’nin genel imgelemiyle (dar sokaklar, yanan ateşler, surlar, yakılan köylerden göçün eseri çarpık kentler) uzaktan yakından alakası olmayan kartpostal gibi görüntüler de hep bu amaca yönelik. İkinci mekanizma da yerli eleştirmen/jüriler/izleyici. Burada da herkesin kendi hesabı var. Eleştirmenler ve jüriler zaten bu adamların eşi dostu. Onların bu entel görünümlü sol/liberal tınılı filmlerine ödül vererek twitter devrimcisinin devrimci eylemi twit atmakla, retweet kasmakla ikamet etmesi gibi onlar da muhalif aydınlığın gereğini bu tip filmleri ne olursa olsun, her hal ve şartta, hiçbir özelliği olmayan filme bile en basitinden bir kurgu vs ödülü vererek desteklemekle yerine getirdiklerini sanıyorlar. ‘Özcan ölüm oruçlarını ele almış, ödül vermemezlik olmaz.’ Yaklaşım bu. Bir de şu var tabii, ‘elin Avrupalısı ödül vermiş ya da gala yapmış, bir bildikleri vardır.’ İzleyiciye gelirsek, bunların da kendince bir hesabı var. Bu hesap kelimesinin altını çizmek lazım. Kimse salak değil, herkesin bir hesabı var. Söz konusu olan karşılıklı bir alışveriş. Genelde söylem itibariyle sola meyilli ama eylemde bunu genel olarak tüketim/yaşam tarzı tercihleri üzerinden yüzeysel bir biçimde yaşayan, öğrenci, ortasınıf ağırlıklı izleyici de Sonbahar tarzı filmlere giderek vicdan azabını soğurtma fırsatını buluyor. Üstelik Özcan abileri, Sonbahar’ın gösteriminden sonra Ekşi yazarlarıyla bir kafede gerçekleştirilen zirvede de söylediği gibi ‘duygu sömürüsü demesinler diye’ bir çok şeyi göstermekten kaçınıyor. Dozu iyi ayarlıyor yani. Biraz vicdan, biraz üzüntü, biraz ‘o güzel insanlar atlarına binip gittiler’ nostaljizmi. Sonradan kaldığın yerden devam edebilirsin.
Netice ne peki: Netice statükonun, verili durumun sinema üzerinden yeniden üretilmesi. Sanat yeninin peşindedir, üzerine gidilmeyeni eşeleyendir ama bu arkadaşların derdi sanat da değil zaten. Yalnızca sanat piyasasında söz sahibi olmak, mış gibi görünmek, büyük laflar edip büyük alkışlar almak.
Son olarak: Rüzgarın Hatıraları’na gitmedim, gitmeyi de düşünmüyorum. Ama yönetmen, bir ropörtajından okuduğum kadarıyla öyle esastan bir tercihte bulunmuş ki sağolsun hem izlemeden nasıl bir şeyle karşılaşacağım hakkında fikir vermeyi hem de en ağır eleştiriyi haketmeyi başardı. Filmin başkarakterini oluştururken Aram Pehlivanyan’dan esinlenmiş. Bu başlı başına bir fecaat. Zira o yıllarda memleketi terk etmek durumunda kalan bir dolu Ermeni entelektüel arasında karakter olarak en olumsuz isimdir Aram Pehlivanyan. 40’lardaki TKP tevkifatında iyi bir sınav veremediği, sonrasındaki Lübnan yıllarında ve daha da önemlisi harici büro TKP’nin merkez komitesine Zeki Baştımar ve İsmail Bilen eliyle paraşütle indirildikten sonra yediği haltlar, bu üçlü sacayağının diğer komünistlere çektirdikleri falan hepsi ibretliktir. Dileyen Vedat Türkali, Vartan İhmalyan, Hayk Açıkgöz, Gün Benderli gibi komünistlerin anılarından ne adi bir tip olduğunu okuyabilir. Bilen ve Baştımar’la birlik olarak oluşturdukları sacayağının astığı astık kestiği kestik tutumunu, diğer komünistlere çektirdiklerinin birer vesikasıdır Doğu Berlin kapısından kan işerken kovulan Kıvılcımlı’nın ‘Kim Suçlamış’ adlı son mektubu yahut hasta hasta batı Berlin’e kovulan Mustafa Fahri Oktaylar’ın başına gelenler. Nazım’ın Hacıoğlu İsmail şiiri de bu memurcukların ihbarıyla Sibirya’ya sürülen bir Türk komünistin dramını ele alan bir başka vesikadır. TR’de şiirler yazan Pehlivanyan’ın yurtdışına çıktıktan sonra kaleminin tükendiğinden, şiir yazamaz olduğundan dem vuruyor Alper. Bunu da sürgünlükle açıklıyor. Bence SSCB bürokrasisinin bir memuruna dönüşümü daha belirleyici bir rol oynamıştır şiir yazamamasında. Jak İhmalyan gibi karakterini koruyabilenler, aparatlaşmayanlar resim yapmaya devam edebilmişse olayın sebebini burada aramak lazım.
Kısacası Ermeni meselesinde izleyiciyi yüzleşmeye çağıran bu filmde bile gitmiş en uğursuz kişiyi bulmuş İhmalyanlar, Hayk Açıkgöz’ler dururken. 50 sene sonra birinin 2000’lerdeki Ermeni meselesinin Hrant dururken Etyen Mahçupyan üzerinden anlatması gibi bir şey.
Yazacak çok şey var da bu kadarı yeter. Çoktandır kafamda uçuşan düşünceleri oturup yazmama vesile olduğun için teşekkürler.
Hissettiklerinde yalnız değilsin, muhalif sinemaya hakim olan bu ‘osur osur ipe diz, Avrupalı bassın ödülü/desteği’ sinemasının hak ettiği eleştiriyi geç de olsa alacağını ve daha da önemlisi yerini adam gibi muhalif bir sinemaya bırakacağını umuyorum.
Öncelikle Özcan Alper, diyaklektik gelişim-acıyı sömürme ikiliğiyle izah ettiğin bağlamda filmleri hakkında epey fikir biriktirdiğim biri. Üstelik bahsettiğin tarzın bana göre en rafine örneğini de o teşkil ediyor. O yüzden iyi bir seçim böylesi bir tartışma için. İkinci örnek olarak Emin Alper'in de özellikle son filmi Abluka ile aynı başlık altında değerlendirilebileceğini düşünüyorum.
Hakim Muhalif Türkiye Sineması’nda, ki kendileri muhalif sinemanın iktidarıdır bir bakıma, tarihsel meselelerin yeri büyük. Herkes büyük sözler söylemenin, izleyicinin suratına bir şeyleri vurmanın peşinde. Üstelik ilginçtir, toplumsal gerçekçiliğe ‘didaktizm’ korkusuyla veba muamelesi yapanlar da, başöğretmen gibi yüzümüze bir şeyler vuranlar da aynı kişiler. Neyse, bu yönetmenler, bir sanatçıdan çok sosyolog/tarihçi bakışıyla yaklaşıyorlar meselelere. Çok özendikleri, üzerinden epey mastürbasyon yaptıkları 19. Yy, 20. Yy romanları ya da filmlerindeki derin karakterlerin zerresi yok filmlerinde. Karakterler, onların kafalarında oluşturdukları şablona oturan basit birer tip gibi. Ben karakter meselesinin işin turnusol kağıdı olduğunu düşünüyorum, çünkü en çok çuvalladıkları yer, filmi son derece subjektif bir sosyolojik/tarihsel şablon, senin bahsettiğin diyalektik gelişimden fersah fersah uzak bir ezbere dayalı olarak oluşturduklarını en net filmlerindeki tipi aşamayan yüzeysel karakterlerden anlayabiliyoruz.
Çok güzel bir söz vardı iyi romanla kötü roman arasına harikulade bir çizgi çeken: ‘İyi romanlar karakterleri hakkındadır, kötü romanlar ise yazarları hakkında.’
İşte bu Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer, Tepenin Ardı, Abluka tarzı filmlerde karakter yok, zira onlar yönetmenleri hakkında.
Sonbahar’da Yusuf yönetmenin vicdan gıdıklama aparatından başka bir şey değil. O kuşaktan çok adam tanıdım, hiç biri Yusuf kadar sessiz, ne dediği, ne istediği belli olmayan, son demlerini bir fahişenin peşinden koşarak harcayacak, silik tipler değildi. En yılmışı, yenilmişi bile olumlu ya da olumsuz yaşadıklarından bir şeyler çıkarmış ve bunu insanlara aktarma derdinde olan dışa dönük insanlardı. Ama yönetmenimizin niyeti daha baştan kaçak güreşmek olunca yarattığı yapay Yusuf tipine de köyüne sığınıp izole olmak ve İnnaritu’dan beri moda olan, eleştirmenlerin, festivallerin ödül kriterlerinde başa oynayan marjinal birinin hayatına değmek, iki alakasız hayatın keşismesine malzeme olmaktan başka bir şans kalmıyor. Bu noktada Fatih Özgüven’in o muazzam, cesur ve maalesef benzerine bir daha rastlanılmamış eleştirisine link vermeden edemeyeceğim:
www.radikal.com.tr
Gelecek Uzun Sürer bence senin ‘acıyı sömürme’ olarak tariflediğin türün en rafine örneği. Mevzu kayıplar/Kürt Meselesi. Ama ne yönetmen ne de karakterleri mevzuyu zerre kadar anlamamış. Eleman Amerikan filmlerinden çıkmış aykırı, hınzır bir tip sanki. Diyarbakır’da 1 hafta kaldım, ona en ufak benzeyen bir Kürt genciyle karşılaşmadım. Kız zaten uzaydan gelmiş. Taksiciye şehre geliş sebebini upuzun ve tertemiz cümlelerle, kağıttan okur gibi söylediği sahne yapaylıkta zirve, bak hala aklımdan çıkmamış. Yönetmen de bazı sahnelerde duvarlarda beliren ‘Yeryüzünün Lanetlileri’, ya da elemana izlettiği Angelopoulos filmleriyle ne kadar entel olduğunun mastürbasyonunda.
Son olarak Abluka’ya değinicem, daha geçen ay izledim, tazeyken ve senin eksikliğinden sözettiğin Alevi meselesiyle de ilintili olduğundan yazayım onu da. Gazi, 1 Mayıs, Gülsuyu türü bir kurtarılmış bölgede geçen bir distopya bu. Tam bir osur osur ipe diz filmi. Amcam hapisten atık toplama işçisi kılığında MİT’e çalışma karşılığında salıverilir. Kardeşinin yaşadığı bu kurtarılmış, sürekli polis operasyonu yiyen mahalleye taşınır. Kardeşi ona bir ev ayarlar. Bariz değildir ama alt katta oturan ev sahibi çift belli ki alevidir. Nasıl oluyorsa bu amca alevilerde ya da yoksul-emekçi kesimde görülen ortalama misafirperverliğin (ki üstdüzeydir) bi 5 katına falan mazhar oluverir. Ev sahibi abla oturup ilk günden gündüz gözüyle adamın karşısında göğsü açık bluzuyla rakı içer. Bana burası inanılmaz geldi. Yani Alevileri bu yönetmen nasıl tanımış anlamak mümkün değil. Ortalama bir alevi kadınıyla yönetmenin kafasındaki alevi imgesi arasında ışık yılları var. Filmin geri kalanı tamamiyle Türkiye’nin batısındaki toplumsal muhalefetin geleceğini 70’lerde ya da 90’larda alevi yoğun kurtarılmış bölge vs. faşist TC ikilemine hapseden bir öngörüsüzlükle malul. Alevi mahallelerinde şu son 35 yılda yaşanan ‘diyalektik gelişim’den tamamiyle bihaber bir yönetmen var karşımızda. Belli ki 1960-80 arası Sol Kemalist+Alevi sosyolojinin sosyalist muhalefetteki özgül ağırlığının özgün şartlarını kavrayamamış. Artan otoriteryenizm, epeyce muhtemel faşizm, karşısında eskinin bir tekrarını bulacak diye düşünüyor. Geçen sene Mayıs’ta Bursa’dan gelişip 15 tane sanayi kentine yayılan metal direnişinden haberi yok. Bu direnişle, geleceğin toplumsal muhalefetinin taşıyıcısı olarak kurguladığı mahalleler arasındaki kopukluktan bi haber çünkü kendisi de kopuk zaten hem alttan alta kaynayan, şartları oluşan emek mücadelesinden ve hem de dönüşen, gecekonduların yerini apartmanlara bıraktığı, devrimci gençlerin yerini küçük burjuvalara ya da soluğu Avrupa’da alan mültecilere bıraktığı o eskinin ‘kurtarılmış mahalleleri’nden.
Gelelim asıl meseleye: bakış açısı, söylem, hedef kitle, izleyici sayısı skalası vs bakımından birbirinin aynı bu filmler neden/nasıl çekilir, ve neden bu kadar hakimdir muhalif sinemaya? Burada iki temel mekanizma var bu işleyişi mümkün kılan. Birincisi ve bence belirleyici olan daha ziyade Avrupa kaynaklı sinema fonları/festivaller. Onlar olmadan bu filmleri yapmak zaten pek mümkün değil. Filmlerin birincil hedef kitlesi de biz değiliz, onlar zaten. Parayı daha senaryo geliştirme aşamasında basmaya başlıyorlar ve bu post-prodüksiyona kadar devam ediyor. Hatta gösterimler, galalar, festivaller, ödüller derken yönetmenlerin, filmlerinin ve gelecekteki filmlerinin selameti için en çok önem verdikleri ortamlar bunlar. Özcan Alper’in Gelecek Uzun Sürer’i kurgularken ‘bu müzik Avrupalılar’ın hoşuna gider mi’ sorusunun peşinde klasik batı müziğinden parçaları deneyip durduğunu duymuştum olaya şahit olan birinden. Filmin Althusser’e gönderme yapan adı, Yeryüzünün Lanetliler’i, Kürt Meselesi’nin genel imgelemiyle (dar sokaklar, yanan ateşler, surlar, yakılan köylerden göçün eseri çarpık kentler) uzaktan yakından alakası olmayan kartpostal gibi görüntüler de hep bu amaca yönelik. İkinci mekanizma da yerli eleştirmen/jüriler/izleyici. Burada da herkesin kendi hesabı var. Eleştirmenler ve jüriler zaten bu adamların eşi dostu. Onların bu entel görünümlü sol/liberal tınılı filmlerine ödül vererek twitter devrimcisinin devrimci eylemi twit atmakla, retweet kasmakla ikamet etmesi gibi onlar da muhalif aydınlığın gereğini bu tip filmleri ne olursa olsun, her hal ve şartta, hiçbir özelliği olmayan filme bile en basitinden bir kurgu vs ödülü vererek desteklemekle yerine getirdiklerini sanıyorlar. ‘Özcan ölüm oruçlarını ele almış, ödül vermemezlik olmaz.’ Yaklaşım bu. Bir de şu var tabii, ‘elin Avrupalısı ödül vermiş ya da gala yapmış, bir bildikleri vardır.’ İzleyiciye gelirsek, bunların da kendince bir hesabı var. Bu hesap kelimesinin altını çizmek lazım. Kimse salak değil, herkesin bir hesabı var. Söz konusu olan karşılıklı bir alışveriş. Genelde söylem itibariyle sola meyilli ama eylemde bunu genel olarak tüketim/yaşam tarzı tercihleri üzerinden yüzeysel bir biçimde yaşayan, öğrenci, ortasınıf ağırlıklı izleyici de Sonbahar tarzı filmlere giderek vicdan azabını soğurtma fırsatını buluyor. Üstelik Özcan abileri, Sonbahar’ın gösteriminden sonra Ekşi yazarlarıyla bir kafede gerçekleştirilen zirvede de söylediği gibi ‘duygu sömürüsü demesinler diye’ bir çok şeyi göstermekten kaçınıyor. Dozu iyi ayarlıyor yani. Biraz vicdan, biraz üzüntü, biraz ‘o güzel insanlar atlarına binip gittiler’ nostaljizmi. Sonradan kaldığın yerden devam edebilirsin.
Netice ne peki: Netice statükonun, verili durumun sinema üzerinden yeniden üretilmesi. Sanat yeninin peşindedir, üzerine gidilmeyeni eşeleyendir ama bu arkadaşların derdi sanat da değil zaten. Yalnızca sanat piyasasında söz sahibi olmak, mış gibi görünmek, büyük laflar edip büyük alkışlar almak.
Son olarak: Rüzgarın Hatıraları’na gitmedim, gitmeyi de düşünmüyorum. Ama yönetmen, bir ropörtajından okuduğum kadarıyla öyle esastan bir tercihte bulunmuş ki sağolsun hem izlemeden nasıl bir şeyle karşılaşacağım hakkında fikir vermeyi hem de en ağır eleştiriyi haketmeyi başardı. Filmin başkarakterini oluştururken Aram Pehlivanyan’dan esinlenmiş. Bu başlı başına bir fecaat. Zira o yıllarda memleketi terk etmek durumunda kalan bir dolu Ermeni entelektüel arasında karakter olarak en olumsuz isimdir Aram Pehlivanyan. 40’lardaki TKP tevkifatında iyi bir sınav veremediği, sonrasındaki Lübnan yıllarında ve daha da önemlisi harici büro TKP’nin merkez komitesine Zeki Baştımar ve İsmail Bilen eliyle paraşütle indirildikten sonra yediği haltlar, bu üçlü sacayağının diğer komünistlere çektirdikleri falan hepsi ibretliktir. Dileyen Vedat Türkali, Vartan İhmalyan, Hayk Açıkgöz, Gün Benderli gibi komünistlerin anılarından ne adi bir tip olduğunu okuyabilir. Bilen ve Baştımar’la birlik olarak oluşturdukları sacayağının astığı astık kestiği kestik tutumunu, diğer komünistlere çektirdiklerinin birer vesikasıdır Doğu Berlin kapısından kan işerken kovulan Kıvılcımlı’nın ‘Kim Suçlamış’ adlı son mektubu yahut hasta hasta batı Berlin’e kovulan Mustafa Fahri Oktaylar’ın başına gelenler. Nazım’ın Hacıoğlu İsmail şiiri de bu memurcukların ihbarıyla Sibirya’ya sürülen bir Türk komünistin dramını ele alan bir başka vesikadır. TR’de şiirler yazan Pehlivanyan’ın yurtdışına çıktıktan sonra kaleminin tükendiğinden, şiir yazamaz olduğundan dem vuruyor Alper. Bunu da sürgünlükle açıklıyor. Bence SSCB bürokrasisinin bir memuruna dönüşümü daha belirleyici bir rol oynamıştır şiir yazamamasında. Jak İhmalyan gibi karakterini koruyabilenler, aparatlaşmayanlar resim yapmaya devam edebilmişse olayın sebebini burada aramak lazım.
Kısacası Ermeni meselesinde izleyiciyi yüzleşmeye çağıran bu filmde bile gitmiş en uğursuz kişiyi bulmuş İhmalyanlar, Hayk Açıkgöz’ler dururken. 50 sene sonra birinin 2000’lerdeki Ermeni meselesinin Hrant dururken Etyen Mahçupyan üzerinden anlatması gibi bir şey.
Yazacak çok şey var da bu kadarı yeter. Çoktandır kafamda uçuşan düşünceleri oturup yazmama vesile olduğun için teşekkürler.
Hissettiklerinde yalnız değilsin, muhalif sinemaya hakim olan bu ‘osur osur ipe diz, Avrupalı bassın ödülü/desteği’ sinemasının hak ettiği eleştiriyi geç de olsa alacağını ve daha da önemlisi yerini adam gibi muhalif bir sinemaya bırakacağını umuyorum.
- dogumdansancili (21.12.15 21:50:03 ~ 21:52:33)
1